İHH

29 Temmuz 2010 Perşembe

İnsanlık Adına


Video: Faruk Aktaş - Afganistan yetimhane projesini anlatıyor.


Haber sitelerine göz gezdiriyorum, her yanımıza sinmiş kirli siyaset ekranımın önünden bir film şeridi gibi akıp geçiyor. Balyozcular, çarkçılar, evetçiler, hayırcılar, birbirlerinin kafalarını gagalayan horozlar misali birbirine laf yetiştiren siyasetçiler…

Tansu Çiller DYP’nin başına geçmek için Kasım ayını bekliyormuş, SP olağanüstü kongreye gidiyormuş. Sanki mevcut olanları siyasetin içine etmekte yeterince mahir değilmiş gibi bir de çocukluğumun siyasetçileri geri dönüşün yollarını arıyor.

Sadece benim mi tüylerim ürperiyor siyaseti bu derece kirleten, vakti geldiğinde koltukları terkedip köşesine çekilmeyi bir türlü öğrenemeyen, yenilgiyi hazmedemeyip rezalet üzerine rezalet, başarısızlık üzerine başarısızlık isteyen siyasetçiler karşısında? Yalnız benim mi tüylerim ürperiyor?

Neyse, konu bu değil.

Bunca kirin, pisliğin, çöplüğün içinde gözüme güzel yüzlü iki adamın fotoğrafı ilişiyor.



Afganistan'da 17 Mayıs 2010 tarihinde düşen uçakta hayatlarını kaybeden İHH Gönüllüsü Bahattin Yıldız ve İHH Asya Bölgesi Sorumlusu Faruk Aktaş’ın cenazeleri 3 ay sonra Türkiye’ye getiriliyor.

“Çevresi tarafından tam bir Afganistan aşığı olarak nitelendilrilen, öğrenciliğinden beri bu ülke ve insanlarıyla çok yakın ilişki içerisinde olan İHH gönüllüsü Bahattin Yıldız (56) ve kendisi de çok küçük yaşlardayken babasını kaybederek yetim kalan İHH Asya sorumlusu Faruk Aktaş (38), İHH insani Yardım Vakfı ‘nın Afganistan’daki yetimler için açmayı planladığı yetimhane için arsa aramak amacıyla bölgeye gitmiş, Yıldız ve Aktaş’ın uçağı başkent Kabil’e dönüşte Salang geçidine düşmüştü.”

Bu haberle birlikte İsrail’in Mavi Marmara saldırısı sırasında hayatını kaybeden İHH görevlisi Cevdet Kılıçlar’ın, Afganistan’da hayatını kaybeden Yıldız ve Aktaş için gemide kıldıkları gıyabi cenaze namazının ardından yapılan röportajda söylediği sözler aklıma geldi.

“İnşallah Allah bize de onlar gibi güzel bir son nasip etsin” diyordu Kılıçlar, verdiği son röportajında Yıldız ve Aktaş için.

İHH öncülüğünde düzenlenen Gazze’ye özgürlük filosu ve İsrail saldırısı üzerine çok şey söylendi bu güne kadar. “Rotamız Filistin, yükümüz insani yardım” diyerek yola çıkmıştı İHH. Bu yolculuk sırasında ve öncesinde bir çok aktivist, amaçlarının gazze’ye uygulanan insanlık dışı ambargonun delinmesi ve israilin yasadışı ablukasının kırılması olduğunu ve bu amaç uğruna her şeyi göze alarak yola çıktıklarını defalarca dile getirmişlerdi.

Tabii ki her yanımıza sinmiş kirli siyaset bu insani eylemi de kendisine benzetmekte hiç tereddüt etmedi. Gazze’de yaşanan haksızlığa göz yummayı reddeden bir grup “insan” sırf islami hassasiyetleri olduğu için, sırf gazze’yi bir vicdan meselesi olarak benimsedikleri ve bu davaya gönül verdikleri için, sırf uğurda ölümü bile göze alarak yola çıktıkları için “suçlu” ve “terörist” ilan edildi ama Gazze’de işlediği insanlık suçunun üzerine bir de insani yardım taşıyan bir gemideki sivil yardım aktivistlerine ateş açan ve 9 sivil insanı katleden, onlarcasını da yaralayan İsrail’in ne olduğu hiç konuşulmadı.

Başkaları bu insanlara baktığında ne görüyor bilmiyorum ama ben bu insanlara baktığımda inanç, samimiyet ve adanmışlık dışında hiçbir şey göremiyorum. Yalnızca ben mi göremiyorum?

Sanmıyorum.

İnanıyorum ki etrafımızı saran bu kirli siyasetten arınmış bir kafayla düşündüğümüzde insanlık uğruna ölümü göze almanın, insanlık için çalışırken ölmenin adının “terör” değil “insanlığın” ta kendisi olduğunu anlayabilen ve bize benzemeyen “insanlar”ın “insanlık” adına yaptığı iyi işleri takdir edebilmenin erdemini görebilen bir çok "insan" çıkacaktır aramızdan.




19 Temmuz 2010 Pazartesi


Sex and the City ve Burka örneklerine farklı bir bakış

Geçtiğimiz günlerde bazı haber sitelerinde şöyle bir haber gözüme çarptı:

İngiltere’de, 1998 yılında çekilmeye başlanan ünlü televizyon dizisi Sex and The City’nin çapkın karakteri “Samantha Jones” gibi olmak isteyen Christina Saunders (30), 10 senede tam 1000 erkekle birlikte olduğunu açıkladı. 20 yaşında üniversiteye girdiğinde kendisine “10 senede 1000 erkek” hedefini koyan genç kadın, bu süre içinde haftada en az bir kere seks yaptı, pek çok grup seks partisine katıldı ve farklı milletlerden erkeklerle cinsel ilişkiye girmek için dünyayı dolaştı.

Sözkonusu arkadaş bu şekilde geçen 10 yılını şu cümlelerle anlatıyor;

“Samantha Jones tipi dekolte kıyafetler aldım, onun gibi sürekli tek gecelik ilişkiler yaşadım. Tıpkı onun gibi kendine güvenen, seksi ve akıllı bir kadın olmak istiyordum.” İşte bu cümle modernizmin kadını getirdiği nihai noktanın özeti gibi geldi bana. Artık kendine güvenen, güçlü, modern kadın imajı için dekolte kıyafetler giyerek bedeni teşhir etmek, 10 senede 1000 farklı erkek ile ilişkiye girme hedefleri koyuluyor önümüze. Peki bu duruma nasıl geldik bir bakalım ???

Modernleşme sürecinde bir dönüm noktası olan fransız ihtilali ile “pornografi”, yani cinselliğin ve kadın bedeninin teşhiri modernizmin yasası haline geldi. Bu dönemde, o zamana kadar kadın bedenini ve cinselliğini bastırarak onu kontrol altında tutan siyasi otoriteye bir başkaldırı olarak piyasaya sürülen “pornografik” yayınlarda bütün kadınların onun gibi olmasının istendiği “model” olarak yüceltilen çapkın bir fahişenin hikayesi anlatılmaktaydı: Libertine; tüm otorite figürlerinden azade bir biçimde cinselliğini yaşayan özgür kadın.

Fransız devriminde kadının özgürleşme hareketi olarak sunulan bu gelişmeye iktidarın cevabı ise erotikleşmeyi, bronzlaşma ürünlerinden porno filmlere kadar iktisadi ve belki ideolojik olarak sömürmek şeklinde oldu. Artık cinsellik ve kadın bedeni üzerinde denetim-baskı biçiminde değil, tam tersine denetim-teşvik biçiminde kendini gösteren yeni bir kuşatmayla karşı karşıya kaldı modern kadın: “çırılçıplak soyun; ama zayıf, güzel, bronz tenli ol!”

Bütün bu sürecin sonunda ise “kadının özgürleşmesi”nden mütevellit politik anlam ortadan kalktı, kadın bir ”fahişe”ye dönüştü ve sonuçta erkek karşısında zelil olan “modern kadın” oldu.

Bütün gün twitterda ve sözkonusu haberin altında yapılan yorumlarda her fırsatta kadının özgürlüğünden dem vuran “modern” erkeklerin gözünde bile 1000 farklı erkekle birlikte olan christina’nın ne derece “zelil” bir konumda olduğu dikkat çekiciydi.

Bu dikkat çekici haberin, Avrupa’da yaşayan müslüman kadınlara peçe yasağı uygulaması tartışmalarıyla aynı zamana denk gelmesinin bende hiç beklemediğim bazı akıl yürütmelere imkan verdiğini söylemeliyim. Bu tartışmalar sırasında İngiliz bir bakan, burkanın da bir özgürlük olduğunu ve örtünen kadının gücünü sembolize ettiğini şu sözlerle ifade etti;

“Bu ülkede yaşayan bir kadın olarak, ne giyip ne giyemeyeceğimin bana söylenmesini istemiyorum.
Burası özgür bir ülke, biz insanların özgürlüklerine önem veririz. Bir kadın için de her sabah kalktığında ne giyeceğine karar verebilmek onu gücünü gösterir.”

Örtünen, bedenini saklayan kadının özgürlüğü ve güçlülüğü çoğumuza son derece akıl almaz gelen ifadeler aslında. Ne giyeceğine kendisi karar verebilen kadın imajını bir yana bırakırsak teşhirin ve şeffaflığın karşıtı olan “mahremiyet” kavramını irdelediğimizde aynı derecede enteresan sonuçlara ulaşabilmek de mümkün.

Sözgelimi “mahrem” olan, yani başkasının müdahalesine haram kılınan, görünmeyen, örtülen; aleni olan karşısında her zaman daha güçlüdür. Çünkü tam olarak göremediğimizi, didik didik edemediğimizi algılamamız mümkün olmadığından, onu hiçbir zaman tam olarak ele geçiremiyor, indirgeyemiyor ve ona hükmedemiyoruz. Çin’de, İngiltere’de ve ya Osmanlı’da olsun hükümdarın her zaman en mahrem kimse olması, gözlerden mümkün olduğunca ırak olması, kendini saklaması da bu yüzdendir. Çünkü otorite kendini görünür kıldığı ölçüde açık verir, zaaflarını açık eder, dolayısıyla gücünü kaybeder. İnananlar için en büyük otorite figürü olarak kabul edilen “tanrı”nın da aslında “görünmez” olması bu noktada dikkat çekicidir.

Buradan bir iktidar aracı olarak örtünmeye ise uç bir örnekle gelelim;

Örneğin çırılçıplak sokağa çıktığımızı farz edelim; böyle bir durumda bedenimiz hoşuna gitsin veya gitmesin, bütün insanların dikkati ister istemez bedenimize yönelecektir. Bu durumda bizim varlığımız otomatikman et ve kemikten oluşan maddi varlığımıza indirgenecek ve transandantal yani zahiri olmayan yanımız (entelektüel, manevi,duygusal yanımız) arka plana itilecek ve bizim bu yönlerimizle var olma hakkımız kendiliğinden elimizden alınmış olacaktır.

Yani “cinsel özgürlük” adı altında seksi kıyafetler giymemiz, cinselliğimizi sınır tanımadan yaşamamız teşvikleri ve sözgelimi 1000 farklı erkekle birliktelik yaşama hedefiyle güdülendirilmemiz bir anlamda entelektüel, manevi ya da duygusal yönlerimizi yok sayarak bizleri birer et parçasına indirgeyen erkek egemen iktidara karşı tüm silahlarımızı bırakarak teslim olmamız anlamına gelmektedir.

Bu durum karşısında her örtünme hareketi bize ait bir mahremiyet alanı oluşturmakta ve ötekinin müdahalesine kapalı, özerk bir “ben”i koruma çabasına dönüşmekte değil midir?

İşte bu özerk “ben” bir tür egemenlik anlamına gelmekte ve örtünme kadının, onu bir meta olarak tüketmek isteyen modernizm ve erkek egemen iktidar karşısında özgürleşmesi anlamına gelebilmektedir.

Türban, başörtüsü, pece ya da burka kullanmayan bir kadın olarak bu yazıyı yazmam kuşkusuz bazılarına garip gelecektir. Bu noktada altını çizmek istediğim nokta şudur ki; bu yazıdaki amacım kesinlikle tüm örtünen kadınları kendine özgü bir otorite figürü, örtünmeyen kadınları ise zelil ilan etmek falan olmadığı gibi ortaya koymak istediğim ana fikir örtünen kadınların tamamının aslında, çoğumuzun sandığı gibi baskı altına alınmış, ezilen, sömürülen kadınlar olmayabileceği ve bununla beraber bizlerin son derece özgür olarak nitelendirdiği “modern” kadının ise farkında olmadan sistemin kölesi haline gelmiş olabileceği ihtimalidir. zıt konumlardaki bu en "uç" iki örneği seçmem de bu ihtimali daha belirgin kılabilmek adınaydı.

Bu konuyla ilgili tüm okuduklarım, yazdıklarım ve yaptığım çıkarımlar size yanlışmış gibi görünse dahi sırf bu ihtimal üzerinde düşünülmeye değer bence. Özellikle biz "kadınlar” için.

11 Temmuz 2010 Pazar

BM 11 temmuz 1995'in hesabını hala vermedi!



“Sırplar adım adım şehre yakın köyleri alıyor, kenti bombalıyorlardı. Bunlar olurken BM komutanları ‘Korkmayın, siyasi çözüm bulununcaya kadar korumamız altındasınız. Sırplar saldırırsa uçaklarımızla onları bombalarız.’ diyordu. Ama, 6 Temmuz’da dört bir taraftan şehre saldırdılar. BM askerleri tek kurşun bile atmadı. Üstelik kendini savunmak isteyen Boşnaklara engel oldular, az sayıdaki silaha da el koydular.

En büyük katliam ise 11-12 temmuz 1995’te yaşandı. Şehri ele geçiren Sırp askerleri, bir merkezde topladıkları kadın ve erkekleri önce ayırdı. Sonra erkekleri dışarı çıkardılar. Bir kısmını hemen orada öldürdüler bir kısmını da ormana doğru götürdüler. Kadınların otobüs ve kamyonlara doğru koşmasını istediler. Yaşananlar tam anlamıyla trajediydi.

Boşnakları korumakla sorumlu Hollanda askerleri Sırp Çetniklerden emir alıyordu. Sırpların bir kısmı BM üniforması giymişti. 13 Temmuz’da içinde kardeşimin de olduğu 5 bine yakın Boşnak’ı toplama merkezinden çıkardılar. Merkezin önünde erkekleri öldürdüler. Aynı gün, aynı yerde hem annemi hem kardeşimi kaybettim. Hollanda askerlerinin Boşnaklara yaptığı en büyük kötülük, olup bitenleri gizlemeleriydi. Dünya, burada ne olduğunu uzun süre öğrenemedi.” (Hasan Nuhanoviç'in tanıklığı)


11 temmuz 1995’te, BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilmiş 6 bölgeden biri olan Srebrenitsa’da , “Barış Gücü” Hollanda’nın ve Birleşmiş Milletler’in gözleri önünde 10 bin’e yakın sivil Boşnak, Sırp ordusu tarafından vahşice katledildi.

Katliamdan 15 yıl sonra ise hala, Uluslararası Kayıp Kişiler Komisyonu’nun depolarında kimliğinin tespit edilmesini bekleyen 6 bini aşkın kişiye ait milyonlarca kemik ve henüz toplu mezarlardan çıkarılmamış olan milyonlarcası daha beklemekte…

Katliamın sorumluları sırp lider Radovan Karadziç ve General Ratko Mladiç ise hala yargılanmış ve srebrenitsa'nın hesabını vermiş değil.

Katliama seyirci kalan Hollandalı askerlerden bazıları ise Srebrenitza’da gerçekleştirdikleri “onurlu” görev nedeniyle 2006 yılında Hollanda hükümeti tarafından onur madalyası ile ödüllendirildiler.

9 Temmuz 2010 Cuma

56 yaşında

Uzun zamandan beri ilk defa babamla birlikte otobüse bindim.

Öğrenci pasom olduğu halde basamama izin vermedi, kendisi ödedi.

“sen geç kızım, geç, hadi sen geç”

Otobüsün ortasındaki camın önünde, ayaktayız. bir koltuk boşaldı.

“sen otur kızım, hadi, otur sen”

Oturmadım.

“sen otursana baba?”

10 dakika boyunca karşılıklı kaş göz hareketleri, çeşitli jest ve mimikler aracılığıyla sessizce süren bir oturur musun, oturmaz mısın tartışması …

Mücadeleden galibiyetle ayrılan ben oldum.

Babam oturdu. Yüzü asık.

Babamın yanında oturan amca gelecek durakta inmek üzere ayağa kalktı.

Babamın gözleri anında beni yakaladı ve sessizce boşalan koltuğa oturmamı emretti.

Cam tarafındaki koltuğa oturmam için ayağa kalkan babamın önünden geçip oturdum. Zaten yorgunum. Nasılsa babam da yanıma oturacak…

Derken babam ustaca bir manevrayla kendi oturacağı boş koltuğu yorgun gözüken başka bir amcaya teklif etti.

“Hoppalaa. Neden böyle bir şey yaptın şimdi baba ya?”

amca ne yapsın, memnuniyetle oturdu.

Birkaç durak daha ilerledikçe otobüs kalabalıklaşmaya başladı. 50’li yaşlarda amcalar otobüse akın ediyor…

Normal şartlar altında, usulca kalkıp yerimi 50’li yaşlardaki amcalardan birine bırakmam lazım.

Ama babam ayakta dururken 50’li yaşlardaki başka amcalara yer vermek çok anlamsız geldi.

Pes ettim. Zaten bir ağırlık çöktü, uyku bastırdı.

“56 yaşındasın sen artık baba.” diye düşünürken uykuya dalmışım.

İneceğimiz durağa geldiğimizde babamın omzuma dokunmasıyla uyandım.

İçinde her bişeyimin olduğu 5 kiloluk sırt çantamı boşuna aradım ayaklarımın dibinde.

Sırt çantamı yüklenmiş giden babamın peşinden ben de indim otobüsten.

“56 yaşındasın sen artık baba…” diye geçirdim içimden yürürken.

Duymadı tabii.

28 Haziran 2010 Pazartesi

çocuklar güneşi sabırsızlıkla beklemekteler



“Mesajımız çocuk haklarını savunanlaradır. Bugün Gazze karanlıklara gömüldü. Çocuklara karanlık dışında bir şey kalmadı. Çocuklar güneşi sabırsızlıkla beklemekteler”

11 yaşındaki Gazze’li Abdullah'ın 26 haziran günü, Gazze’de günlerdir süren elektrik kesintisi üzerine söylediği sözler bunlar.

Açık olan balkon kapısından içeri, mahalledeki onlarca evin açık olan pencere ve balkonlarından yayılan vuvuzela sesleri geliyor kulağıma.

Dev yayın organlarının haber sitelerine göz gezdiriyorum birer birer ve Gazze'deki elektrik kesintisi hakkında 2-3 satırlık bir haber bile ilişmiyor gözüme.

Ve o an anlıyorum, aslında « alışmak » bazen bir ‘nimet’ olmaktan çıkıp nasıl bir ‘lanet’e dönüşüyor insanlığımız üzerinde.

Elektrik mi ? Seyahat özgürlüğü mü ? Sosyal güvenlik mi ?

Henüz tam anlamıyla yaşama hakkına bile sahip olmayan insanlar için bunlardan bahsetmek önemsiz geliyor bize.

' Evet, Gazze "yarayan bir kanamız" ' diye tasdik ediyoruz her defasında bıkkın, otomat seslerimizle ve devam ediyoruz hayatlarımıza.

Sadece filistinde 1948’den bu yana süregelen ve artık alıştığımız bu haksızlığa göz yummak bazı zamanlarda daha da ağır geliyor. Bu yük altında eziliyorum. Omuzlarımda çok büyük bir baskı hissediyorum; fakat kemikleri israil askeri tarafından taşlarla kırılan filistinli gencin kemiklerinde hissettiği kadar ağır değil sanırım bu baskı...

Gazze’de özgürlüğü, ışığı, yaşama sevinci ellerinden alınmış küçük çocuklar karşısında her dakika daha da küçülüyorum. Ve sonunda dev çocuklar karşısında cüce yetişkinlerden biri olarak yerimi alıyorum bu insanlık savaşında.

Modern insanlarız vesselam. Duygularımız ve tepkilerimiz anlık. Hafızamız balık misali. Samimiyetsizlik çağın en yaygın hastalığı.

Peki dünya bu hal üzere dönmeye devam eder mi ?

Bence etmez. En azından etmemeli.

Bir şeyler yapmak lazım artık. Zira; çocuklar güneşi sabırsızlıkla beklemekteler…